Kendimi konuşurken değil de yazarken daha iyi ifade ettiğimi düşünürüm hep, hatta erkek arkadaşımla kavga ederken o konuşur konuşur ben birkaç cümle söyler (eğer çok kızgın değilsem) sonra oturur yazar da yazardım o da okurdu, böyle anlaşırdık eski zamanlarda. Ama bazen tek bir cümle bile yazamayacağım şeyler çıkıyor karşıma mesela bir ses, bir kitap, bir güzel gibi... Şimdi aşık olduğum ses için de aynı şey geçerli. Her yeni şarkısında daha da aşık olduğum adam... Cem Adrian...
Bazıları bir prens bulup masala dahil olmak ister, bazıları kendi masalını kendi yazar...
16 Nisan 2013 Salı
14 Nisan 2013 Pazar
Bazı aşklar var insanın içine işleyen, benim hayatımda da fazlasıyla yer bulan. Sizi bu dünyada iyi insanların da olduğuna inandıranlardır aslında onlar. Kaybetmeyi gösterir, bir yandansa kıymet bilmek denen şeyi gözünüze sokar aslında. Hep kaybedilince mi anlaşılır değeri sorusuna çok da güzel bir cevaptır onlar.
Bahar geldi Ankara'ya şu günlerde. Peki ya ben ? Her sene baharı heyecanla karşılarken bu sene sanki biraz kurumuş yaprak gibiyim hala rüzgarlarla savrulan. Bahar henüz bana ulaşmadı. Belki bir gün ulaşır, belki bir gün ulaşmaktan da vazgeçer, tam bilemediğim konulardan birisi bu da. Bazı baharlar aşık olurum, bazı baharlar aşık olmasam da gülümsemek için sebepler bulurum. Şimdi bu mevsimin ne getireceğini bekliyorum biraz korkuyla biraz umutsuzlukla.
İnsanlar elindeki aşka sahip çıksın isterim her zaman, iki kişinin kimyasının uymasının epeyce zor olduğunu bildiğimden. Biraz sıkıca sarılmak gerekir; ama unutulmaması gereken nokta ayrı ayrı da mutlu olunabileceğidir, rica ederim tüm çiftlerden yapışık ikiz hayatı sürmeye başlamayın aşkla birlikte. Biraz rahat olmakta fayda vardır, tabi bunu da gevşeklikle karıştırmamak gerekir zira o da çok kötü sonuçlar verebiliyor.
Nasıl da güzel yazarım böyle onu yapmayın, bunu yapmayın diye, hatta yetmez kişilerin yüzüne de derim fikrim sorulduğunda sen niye böyle yaptın, o niye böyle davrandı ki gibisinden. Gel gör ki benim hayatım, ilişkim hepsinden beter durumda aslında... Söküğünü dikemeyen terzi gibiyim fazlaca.
Bu yazıya başladım; çünkü insanlara mutluysanız(dikkat! mutluysanız diyorum) elinizdekinin kıymetini bilin dedirtecek bir aşkı anımsadım bu akşamüstü. O güzel film beni kendime getirir her izlediğimde ve ara ara izlenmesi gereken filmler listeme alırım(böyle bir listem yok aslında). Buyrun o post-it iyiki düşmüş diyorum şuan...
Etiketler:
aşk,
bahar,
halilsezai,
incirreceli,
incirreçeli,
melikeguner,
melikegüner
1 Nisan 2013 Pazartesi
1 Nisan gibi güzel günler var bu hayatta insana aşkın varlığını hatırlatan... Garip bir giriş oldu galiba. En iyisi hikayeyi başa sarmak. Nisan 1937 yılında Yılmaz Güney denen adam gelmiş bu dünyaya hani gerçek adı Yılmaz Pütün olan. Kaç kadın girmiş o kaçak o sürgün hayatına, kaç aşk, kaç acı ? Bir neslin çok iyi bildiği bir neslinse hiç bilmediği bir adam o. Sultan denilen Türkan Şoray bile arkasından ''Bütün artistler bana hayrandı, ben ise Yılmaz Güney'e... Gözlerine bakamazdım, aşık olacağımdan korkardım.'' demişken adamın çekiciliğini tartışmak çok da gerekli değil bana kalırsa. Ama en ilgi çekici olan yanı Nebahat Çehre'yle olan aşkları benim için... Birçok şey söylenmiş onların hakkında okuyoruz şimdilerde. O hep güzel olan kadın ve diğeri herkesin hayranlıkla baktığı adam... Çerçeve ne kadar da kusursuz gözüküyor dışardan bakıldığında. Gerçekten öyle miydi, bunu bilemiyoruz. Çok tutkulu ve şiddetli bir aşkmış onlarınki. Kolay mı Nebahat Çehre onca şeye rağmen kolay kolay vazgeçememiş sevdiği adamdan. Film sahnesinde kafasındaki bardağa gerçek kurşunla nişan almasından tutun da ayrılmalarına sebep olan Yılmaz Nebahat'i arabayla ezdi iddiasına kadar. Tabiki bu kadarla kalan bir aşk olmadığı Yılmaz Güney'in yazdığı mektuplarda gözüküyor açıkça. Gerçekten aşıkmış kadınına; ama biraz sıkıntılı biraz hastalıklıymış sanki. Oğlunun annesi Fatoş Güney her ne kadar hiç kıskanç değildi, asla bana el kaldırmadı gibi cümleler kullansa da mektupları tersini gösteriyor. Bir hayranı fotoğraf çektirirken Nebahat Çehre'nin omzuna elini koyduğunu bile hafızasına kazımış adam. Belki de sadece tek bir kadınaydı bu tavırları, bilemeyeceğim hiçbir zaman. Gerçekten adamsa, severse tabiki omzuna konan o elden bile rahatsız olur mantığında olan düşünceleri pek kafama oturtamasam da hiç sevmemiş, manyağın biriymiş, öyle sevgi mi olur da diyemiyorum...
Galiba benim sorunum da bu. Bir sevginin nereye kadar sevgi, nereye kadar hastalıklı bir duyguya dönüştüğünü anlayamıyorum. Anlayamıyorum ki bugün bu haldeyim... Bundan tam 3 sene önce gene 1 Nisandı. ''Ve Tanrı bugün kulağıma fısıldadı: Elindekine sahip çık, yıllardır aradığını buldun artık ve bundan sonra herkes biraz eksik gelecek; çünkü kimse bu kadar sevmeyecek, kimse böyle bakmayacak. Her günün biraz daha hayranlıkla geçecek bu aşk karşısında; çünkü onun gülüşü cennetin provası gibi...'' diye not düşmüştüm bir kenara... Aradan çok zaman, çok anı geçti. Yılmaz Güney gibi beni arabayla ezmedi ya da kafamdaki bardağa nişan almadı. Ama ben kendi hayatımda da göremedim aşkla manyaklığın arasındaki çizgiyi. Bazen dışarıdan bakmaya çalışsanız da başaramazsınız, tam da o işte sorunun kaynağı. Başkalarına baktığında onlarda kendini görürsün ama gene istediğini görürsün...
Yazının sonunu getiremeyeceğim çok açık, zira kendimde o gücü henüz bulamadım. Kafam karmaşık fazlasıyla, ne zaman işler basitleşsin desem daha da karmaşıklaşmasının bir açıklaması var mı acaba onu da pek bilemiyorum şu saatte, pek de düşünmüyorum zaten...
Belki aşkla manyaklığın arasındaki çizgi bir gün daha belirginleşir de benim gibi insanlarda huzura erer...
Galiba benim sorunum da bu. Bir sevginin nereye kadar sevgi, nereye kadar hastalıklı bir duyguya dönüştüğünü anlayamıyorum. Anlayamıyorum ki bugün bu haldeyim... Bundan tam 3 sene önce gene 1 Nisandı. ''Ve Tanrı bugün kulağıma fısıldadı: Elindekine sahip çık, yıllardır aradığını buldun artık ve bundan sonra herkes biraz eksik gelecek; çünkü kimse bu kadar sevmeyecek, kimse böyle bakmayacak. Her günün biraz daha hayranlıkla geçecek bu aşk karşısında; çünkü onun gülüşü cennetin provası gibi...'' diye not düşmüştüm bir kenara... Aradan çok zaman, çok anı geçti. Yılmaz Güney gibi beni arabayla ezmedi ya da kafamdaki bardağa nişan almadı. Ama ben kendi hayatımda da göremedim aşkla manyaklığın arasındaki çizgiyi. Bazen dışarıdan bakmaya çalışsanız da başaramazsınız, tam da o işte sorunun kaynağı. Başkalarına baktığında onlarda kendini görürsün ama gene istediğini görürsün...
Yazının sonunu getiremeyeceğim çok açık, zira kendimde o gücü henüz bulamadım. Kafam karmaşık fazlasıyla, ne zaman işler basitleşsin desem daha da karmaşıklaşmasının bir açıklaması var mı acaba onu da pek bilemiyorum şu saatte, pek de düşünmüyorum zaten...
Belki aşkla manyaklığın arasındaki çizgi bir gün daha belirginleşir de benim gibi insanlarda huzura erer...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)