1 Nisan 2013 Pazartesi

1 Nisan gibi güzel günler var bu hayatta insana aşkın varlığını hatırlatan... Garip bir giriş oldu galiba. En iyisi hikayeyi başa sarmak. Nisan 1937 yılında Yılmaz Güney denen adam gelmiş bu dünyaya hani gerçek adı Yılmaz Pütün olan. Kaç kadın girmiş o kaçak o sürgün hayatına, kaç aşk, kaç acı ? Bir neslin çok iyi bildiği bir neslinse hiç bilmediği bir adam o. Sultan denilen Türkan Şoray bile arkasından ''Bütün artistler bana hayrandı, ben ise Yılmaz Güney'e... Gözlerine bakamazdım, aşık olacağımdan korkardım.'' demişken adamın çekiciliğini tartışmak çok da gerekli değil bana kalırsa. Ama en ilgi çekici olan yanı Nebahat Çehre'yle olan aşkları benim için... Birçok şey söylenmiş onların hakkında okuyoruz şimdilerde. O hep güzel olan kadın ve diğeri herkesin hayranlıkla baktığı adam... Çerçeve ne kadar da kusursuz gözüküyor dışardan bakıldığında. Gerçekten öyle miydi, bunu bilemiyoruz. Çok tutkulu ve şiddetli bir aşkmış onlarınki. Kolay mı Nebahat Çehre onca şeye rağmen kolay kolay vazgeçememiş sevdiği adamdan. Film sahnesinde kafasındaki bardağa gerçek kurşunla nişan almasından tutun da ayrılmalarına sebep olan Yılmaz Nebahat'i arabayla ezdi iddiasına kadar. Tabiki bu kadarla kalan bir aşk olmadığı Yılmaz Güney'in yazdığı mektuplarda gözüküyor açıkça. Gerçekten aşıkmış kadınına; ama biraz sıkıntılı biraz hastalıklıymış sanki. Oğlunun annesi Fatoş Güney her ne kadar hiç kıskanç değildi, asla bana el kaldırmadı gibi cümleler kullansa da mektupları tersini gösteriyor. Bir hayranı fotoğraf çektirirken Nebahat Çehre'nin omzuna elini koyduğunu bile hafızasına kazımış adam. Belki de sadece tek bir kadınaydı bu tavırları, bilemeyeceğim hiçbir zaman. Gerçekten adamsa, severse tabiki omzuna konan o elden bile rahatsız olur mantığında olan düşünceleri pek kafama oturtamasam da hiç sevmemiş, manyağın biriymiş, öyle sevgi mi olur da diyemiyorum...

Galiba benim sorunum da bu. Bir sevginin nereye kadar sevgi, nereye kadar hastalıklı bir duyguya dönüştüğünü anlayamıyorum. Anlayamıyorum ki bugün bu haldeyim... Bundan tam 3 sene önce gene 1 Nisandı. ''Ve Tanrı bugün kulağıma fısıldadı: Elindekine sahip çık, yıllardır aradığını buldun artık ve bundan sonra herkes biraz eksik gelecek; çünkü kimse bu kadar sevmeyecek, kimse böyle bakmayacak. Her günün biraz daha hayranlıkla geçecek bu aşk karşısında; çünkü onun gülüşü cennetin provası gibi...'' diye not düşmüştüm bir kenara... Aradan çok zaman, çok anı geçti. Yılmaz Güney gibi beni arabayla ezmedi ya da kafamdaki bardağa nişan almadı. Ama ben kendi hayatımda da göremedim aşkla manyaklığın arasındaki çizgiyi. Bazen dışarıdan bakmaya çalışsanız da başaramazsınız, tam da o işte sorunun kaynağı. Başkalarına baktığında onlarda kendini görürsün ama gene istediğini görürsün... 


Yazının sonunu getiremeyeceğim çok açık, zira kendimde o gücü henüz bulamadım. Kafam karmaşık fazlasıyla, ne zaman işler basitleşsin desem daha da karmaşıklaşmasının bir açıklaması var mı acaba onu da pek bilemiyorum şu saatte, pek de düşünmüyorum zaten...


Belki aşkla manyaklığın arasındaki çizgi bir gün daha belirginleşir de benim gibi insanlarda huzura erer...







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder