4 Mayıs 2016 Çarşamba

Sanki zaman yolculuğu gibi...
Bazen bir şarkı dinliyorsunuz ve inanılmaz gelen bazı şeyler oluyor size. Buradan 5 yıl öncesine gitmişsiniz, belki bir yoldan yürümüşsünüz ya da 2 yıl öncesine dönmüşsünüz mesela. Üstünüzde aynı kıyafetler var, kulağınızda aynı şarkı... Henüz ölmemişler, ayrılmamışlar ve belki de hiç kavga etmemişler, hatta tanışmamışlar bile. Öyle bir hayat bu. Görebilene bir sürü imkan veren, bir yandan da oradan oraya savuran, sizi eskiden koparmayan ama yeniye de sıkı sıkı bağlayan. Hala aynı kızlarla o masada oturmuş, sadece gülüşerek konuşuyorsunuz mesela, orada kalmışsınız. Sanki hayatınıza dışarıdan bakar gibi.

Bazen bazı masalara oturup kendimi izlerim, bundan yıllar önce de oraya gelmişimdir kim bilir kimlerle kim bilir nasıl bir halde. Bakarım uzaktan kendime belki on belki on beş saniye. O mekan kapanmıştır çoktan, yerine çok daha farklı bir yer açmışlardır. Kaldı ki  eskiye saygı yoktur en başta bizde. En güzel şarkıları dinlediğiniz performans sahnesinin yerine pub açılmıştır mesela. Ahh, ne büyük zevksizlik...

Geçmişimizi bu kadar net sıyırıp atmak gerekiyor mu gerçekten? Bu eskiye özlem duyup yeniye ihanet etmek değil de aynı anda eskiye de saygı duymak aslında. Sonuçta bir hayat kurarken bazı basamaklardan geçiyoruz, onlar ardımızda kalsa da dönüp bakma ihtiyacı hissediyoruz ve hissetmeliyiz. Kim olduğumuzu unutmamak için geçmişimizi de böyle ufak anlarda hatırlamak gerekiyor. Hatırlayın, korkmayın. Saplanıp kalmadıktan sonra ne sorun olabilir ki? Durun sakince, ufak şeyleri hatırlayın. Artık kimsenin sabrı ve vakti yok böyle küçük anları hatırlamaya. Sonra peşinden Yetim Kalacak Küçük Şeyler okuyun. Oya Baydar nasıl da güzel yazmış, ufak ufak anları. Sakin, sade ama vurucu hikayelerle...

İzlediğiniz filmleri, okuduğunuz kitapları, dinlediğiniz müzikleri unutmayın. Yıllar önce defalarca izlediğiniz dizi sahnelerini tekrar izleyin. Mesela hepimiz izledik Ezel ve Eyşan'ın hapishanedeki 'Herkes öldürür sevdiğini' sahnesini. İşte şimdi bir kez daha izleyin onu. Hatırlayın size hissettirdiklerini. O çok severek okuduğunuz kitabı elinize alın, altını çizdiklerinize göz gezdirin, çizmediyseniz rastgele bir sayfasını açıp okuyun. Zaman içerisinde unuttuğunuz arkadaşınızla en çok nerede eğleniyordusanız şimdi bir kez de tek başınıza yapın. Bunlar sizi hayata bağlar. Bırakın bağlasın, başka türlüsü güç.

Ne yaptıysanız, ne yaşadıysanız oldu bitti artık. Siz artık bu insansınız, onca yıldan, yoldan ve hatta insandan sonra. Korkmayın hatırlamaktan.  Kim olduğunuzu keşfetmenin daha güzel bir yolu olabilir mi?

21 Kasım 2014 Cuma

İşlerin ne zaman bu kadar çığrından çıktığını bilmiyorum, hatırlamıyorum hatta düşününce de bulamıyorum. Hani acaba ''Ben tüm şansımı seni bulabilmek için harcamışım.'' derken gerçeği mi söylüyordum ki, kim bilir? Aslında gayet masumca başıma gelen en güzel şeysin demenin başka yollarını ararken bu cümleyi kurdum da başıma geldi herhalde. Eskiler demek ki boşa dememiş ''Bir şeyi 40 kere söylersen olur diye.'' Uğursuz gibi diye diye başıma getirdim, tüm şansımı tükettim. Baykuşlara uğursuz uğursuz uluma denmesi gibi. Aslında baykuşun uğursuzlukla bir alakası yok, o garibim öyle bir ses çıkartıyor, biz de uğursuzluğumuzu ona yüklüyoruz. Benim şanssızlığımın da bu cümleyle alakası yok. Kaldı ki hangi hayvan uğursuz olabilir ki? Bence baykuş konuşabilse ''Hadi be oradan, sizsiniz uğursuz.'' derdi bizim gibi insanlara, haklı da. Konu çok dağılıyor, ben neden hiçbir zaman içimdekini doğruca söyleyemiyorum da böyle uzatıp dolandırıyorum? Karışıyor işte işler hep böyle, galiba kafadaki düşüncelerle diyalektik ilişki içinde olması sebebiyle oluyor. Basit hayatlar isterken çözümsüzlüğün tam içine düşüyoruz. O facebooktaki gibi falan ''Özlediysen git, seviyorsan söyle, sesini duymak istiyorsan ara, hayat basittir.'' değil işte çünkü hayat sadece bizim seçimlerimiz değil, karşımızdaki adam ya da kadının seçimleri de değil. Bizi etkileyen bir insan grubuyla çevrelenmişiz. Karar vermemiz bazen yapabilmemiz anlamına gelmiyor. Konuşuyorsun da boşa, sanki atmosferde kaybolup gidiyor, bir yere çarpıp geri dönerek anlamlandığı falan yok. İyi düşünelim iyi olsun, içimizdeki ışığı büyütelim insanların da içindeki ışığa bakalım, sevgi bu dünyadaki her şeyin cevabı ve çözümüdür sonsuzca koşulsuzca sevelim... Yapma ya, gerçekten bu kadar basit mi? Basit hayatlarımız olsun, içimizdeki sevgiye yoğunlaşalım, karşımızdaki insanın benliğiyle egosuyla değil içindeki ışıkla ilgilenelim yalanlarını bu kapitalist dünyada kim uydurdu onu da anlamadım... Kafam yangın yeri.





19 Kasım 2014 Çarşamba

İnsan ne zaman büyür diye düşünerek geçti ömrüm. Sahi ne zaman büyüyoruz? Aşık olunca, ayrılınca, aldatılınca... Hayır, bunların hiçbiri değilmiş aslında. Bir ölüm görünce büyüyorsunuz. Heleki hiç tanımadığınız birinin ölümüyse yaşadığınız büyümenin alasını yaşıyorsunuz. İnsan kendi canını nasıl tanımaz diye de düşünmüyor değilim. Evet, bazen böyle de büyünürmüş, yaşla falan pek alakası olmuyor haliyle. İnsan gücünün yetmediğini kabulleniyormuş, kabullendim. Başka çaren yok ki, ölmüş artık. Sorsan cevap veremez, sen konuşsan duyamaz, haklı olsa savunamaz. Her şey kalıyor öylece içinde, bekliyorsun gerçek için; ama yok aslında gerçek falan. Ne ki aradığın? Seni hiç sevmediği mi, sevdiği ama çok da umursamadığı mı? Nedir huzura kavuşmana sebep olabilecek cevap? Bir yandan seviyorsun bir yandan ona kızıyorsun. Sevdiğin için de kendine kızıyorsun, iş iyice çığrından çıkıyor. Üzülmenin bile vicdan azabına sebep olması kadar saçma ne olabilir bu hayatta? Bir ölüm arkasında ne kadar soru bırakabilir? Sahi nefretim mi daha büyük sevgim mi bilemiyorum. Bazen affediyorum bazense daha çok kızıyorum, her zaman böyle mi oluyor bu iş, onu da bilmiyorum. Bilmediğim ne kadar da çok şey varmış sahi ölüm karşısında.

29 Haziran 2013 Cumartesi

Tüm hayat boyunca her insan huzuru aradığını söyler durur, bu kadar önemli midir diye düşünüyorum bazen. Hepimiz arıyoruz da ne acaba bu huzur, nerede bulunur, nasıl saklanır, alınır mı satılır mı? Ahh ne büyük pişmanlık aslında bulunca huzurunuzu kaybetmiş olmak. Sıkışıp kalmak diye buna denir işte. Geçmişe dönüp o huzuru yakalamak istemekle bilinmeyen gelecek arasında kaybolmak...Konuşabilseydik eğer seninle ben ne derdim şimdi bunca yaşanandan sonra bilmiyorum aslında. Düşününce her şeyden önce hoşgeldin dermişim gibi hissediyorum; ama boş laf işte benimki. Sorarlar insana ''neye hoşgeldim ben?'' diye, sonra fara tutulmuş tavşan gibi kalırım cevap veremezken. Sen ve ben gülümseyebilseydik birlikte, dünya nasıl da daha güzel olurdu diye düşünüyorum bazen. Bir hayatımız olsaydı eğer daha mı çok gülümserdik dersin? Ben daha çok gülümserdim sen varken, buradayken. Birlikte susardık çünkü, susabilirdik. Hayır, sandığın gibi değil aslında, hala hafızamda durur yaşanan her an güzelliğiyle. Hala hatırlarım çayı kaç şekerle içtiğini, bana sarıldığında kalbinin nasıl attığını mesela... Dünya seninle bana daha iyi davranabilseydi eğer o zaman inanırdım belki de mucizelerin varlığına. Birlikte tatlı yerdik mesela, biraz güler biraz içerdik, belki sonbahar yağmurlarında miskince tüm gün uyurduk, belki yazın güneşlenirdik... Ne biliyim işte yapardık bir şeyler. Özledim işte çocuk...Bu hayata sizi mutlu etmek için gelmiş gibi davranan birisini bulduğunuzda eğer ki yanında da huzurluysanız geri kalan her şeyi boş verin gitsin; çünkü bu aslında mutluluğun tanımı demektir. Daha çok gülümseyin, susun, birbirinizi sevin, dokunun ve huzuru bulduğunuzda kaybetmeyin... Ben yaptım, köpek gibi pişmanım.

16 Nisan 2013 Salı

Kendimi konuşurken değil de yazarken daha iyi ifade ettiğimi düşünürüm hep, hatta erkek arkadaşımla kavga ederken o konuşur konuşur ben birkaç cümle söyler (eğer çok kızgın değilsem) sonra oturur yazar da yazardım o da okurdu, böyle anlaşırdık eski zamanlarda. Ama bazen tek bir cümle bile yazamayacağım şeyler çıkıyor karşıma mesela bir ses, bir kitap, bir güzel gibi... Şimdi aşık olduğum ses için de aynı şey geçerli. Her yeni şarkısında daha da aşık olduğum adam... Cem Adrian...





14 Nisan 2013 Pazar


Bazı aşklar var insanın içine işleyen, benim hayatımda da fazlasıyla yer bulan. Sizi bu dünyada iyi insanların da olduğuna inandıranlardır aslında onlar. Kaybetmeyi gösterir, bir yandansa kıymet bilmek denen şeyi gözünüze sokar aslında. Hep kaybedilince mi anlaşılır değeri sorusuna çok da güzel bir cevaptır onlar. 

Bahar geldi Ankara'ya şu günlerde. Peki ya ben ? Her sene baharı heyecanla karşılarken bu sene sanki biraz kurumuş yaprak gibiyim hala rüzgarlarla savrulan. Bahar henüz bana ulaşmadı. Belki bir gün ulaşır, belki bir gün ulaşmaktan da vazgeçer, tam bilemediğim konulardan birisi bu da. Bazı baharlar aşık olurum, bazı baharlar aşık olmasam da gülümsemek için sebepler bulurum. Şimdi bu mevsimin ne getireceğini bekliyorum biraz korkuyla biraz umutsuzlukla.

İnsanlar elindeki aşka sahip çıksın isterim her zaman, iki kişinin kimyasının uymasının epeyce zor olduğunu bildiğimden. Biraz sıkıca sarılmak gerekir; ama unutulmaması gereken nokta ayrı ayrı da mutlu olunabileceğidir, rica ederim tüm çiftlerden yapışık ikiz hayatı sürmeye başlamayın aşkla birlikte. Biraz rahat olmakta fayda vardır, tabi bunu da gevşeklikle karıştırmamak gerekir zira o da çok kötü sonuçlar verebiliyor.

Nasıl da güzel yazarım böyle onu yapmayın, bunu yapmayın diye, hatta yetmez kişilerin yüzüne de derim fikrim sorulduğunda sen niye böyle yaptın, o niye böyle davrandı ki gibisinden. Gel gör ki benim hayatım, ilişkim hepsinden beter durumda aslında... Söküğünü dikemeyen terzi gibiyim fazlaca.

Bu yazıya başladım; çünkü insanlara mutluysanız(dikkat! mutluysanız diyorum) elinizdekinin kıymetini bilin dedirtecek bir aşkı anımsadım bu akşamüstü. O güzel film beni kendime getirir her izlediğimde ve ara ara izlenmesi gereken filmler listeme alırım(böyle bir listem yok aslında). Buyrun o post-it iyiki düşmüş diyorum şuan...






1 Nisan 2013 Pazartesi

1 Nisan gibi güzel günler var bu hayatta insana aşkın varlığını hatırlatan... Garip bir giriş oldu galiba. En iyisi hikayeyi başa sarmak. Nisan 1937 yılında Yılmaz Güney denen adam gelmiş bu dünyaya hani gerçek adı Yılmaz Pütün olan. Kaç kadın girmiş o kaçak o sürgün hayatına, kaç aşk, kaç acı ? Bir neslin çok iyi bildiği bir neslinse hiç bilmediği bir adam o. Sultan denilen Türkan Şoray bile arkasından ''Bütün artistler bana hayrandı, ben ise Yılmaz Güney'e... Gözlerine bakamazdım, aşık olacağımdan korkardım.'' demişken adamın çekiciliğini tartışmak çok da gerekli değil bana kalırsa. Ama en ilgi çekici olan yanı Nebahat Çehre'yle olan aşkları benim için... Birçok şey söylenmiş onların hakkında okuyoruz şimdilerde. O hep güzel olan kadın ve diğeri herkesin hayranlıkla baktığı adam... Çerçeve ne kadar da kusursuz gözüküyor dışardan bakıldığında. Gerçekten öyle miydi, bunu bilemiyoruz. Çok tutkulu ve şiddetli bir aşkmış onlarınki. Kolay mı Nebahat Çehre onca şeye rağmen kolay kolay vazgeçememiş sevdiği adamdan. Film sahnesinde kafasındaki bardağa gerçek kurşunla nişan almasından tutun da ayrılmalarına sebep olan Yılmaz Nebahat'i arabayla ezdi iddiasına kadar. Tabiki bu kadarla kalan bir aşk olmadığı Yılmaz Güney'in yazdığı mektuplarda gözüküyor açıkça. Gerçekten aşıkmış kadınına; ama biraz sıkıntılı biraz hastalıklıymış sanki. Oğlunun annesi Fatoş Güney her ne kadar hiç kıskanç değildi, asla bana el kaldırmadı gibi cümleler kullansa da mektupları tersini gösteriyor. Bir hayranı fotoğraf çektirirken Nebahat Çehre'nin omzuna elini koyduğunu bile hafızasına kazımış adam. Belki de sadece tek bir kadınaydı bu tavırları, bilemeyeceğim hiçbir zaman. Gerçekten adamsa, severse tabiki omzuna konan o elden bile rahatsız olur mantığında olan düşünceleri pek kafama oturtamasam da hiç sevmemiş, manyağın biriymiş, öyle sevgi mi olur da diyemiyorum...

Galiba benim sorunum da bu. Bir sevginin nereye kadar sevgi, nereye kadar hastalıklı bir duyguya dönüştüğünü anlayamıyorum. Anlayamıyorum ki bugün bu haldeyim... Bundan tam 3 sene önce gene 1 Nisandı. ''Ve Tanrı bugün kulağıma fısıldadı: Elindekine sahip çık, yıllardır aradığını buldun artık ve bundan sonra herkes biraz eksik gelecek; çünkü kimse bu kadar sevmeyecek, kimse böyle bakmayacak. Her günün biraz daha hayranlıkla geçecek bu aşk karşısında; çünkü onun gülüşü cennetin provası gibi...'' diye not düşmüştüm bir kenara... Aradan çok zaman, çok anı geçti. Yılmaz Güney gibi beni arabayla ezmedi ya da kafamdaki bardağa nişan almadı. Ama ben kendi hayatımda da göremedim aşkla manyaklığın arasındaki çizgiyi. Bazen dışarıdan bakmaya çalışsanız da başaramazsınız, tam da o işte sorunun kaynağı. Başkalarına baktığında onlarda kendini görürsün ama gene istediğini görürsün... 


Yazının sonunu getiremeyeceğim çok açık, zira kendimde o gücü henüz bulamadım. Kafam karmaşık fazlasıyla, ne zaman işler basitleşsin desem daha da karmaşıklaşmasının bir açıklaması var mı acaba onu da pek bilemiyorum şu saatte, pek de düşünmüyorum zaten...


Belki aşkla manyaklığın arasındaki çizgi bir gün daha belirginleşir de benim gibi insanlarda huzura erer...