Tüm hayat boyunca her insan huzuru aradığını söyler durur, bu kadar önemli midir diye düşünüyorum bazen. Hepimiz arıyoruz da ne acaba bu huzur, nerede bulunur, nasıl saklanır, alınır mı satılır mı? Ahh ne büyük pişmanlık aslında bulunca huzurunuzu kaybetmiş olmak. Sıkışıp kalmak diye buna denir işte. Geçmişe dönüp o huzuru yakalamak istemekle bilinmeyen gelecek arasında kaybolmak...Konuşabilseydik eğer seninle ben ne derdim şimdi bunca yaşanandan sonra bilmiyorum aslında. Düşününce her şeyden önce hoşgeldin dermişim gibi hissediyorum; ama boş laf işte benimki. Sorarlar insana ''neye hoşgeldim ben?'' diye, sonra fara tutulmuş tavşan gibi kalırım cevap veremezken. Sen ve ben gülümseyebilseydik birlikte, dünya nasıl da daha güzel olurdu diye düşünüyorum bazen. Bir hayatımız olsaydı eğer daha mı çok gülümserdik dersin? Ben daha çok gülümserdim sen varken, buradayken. Birlikte susardık çünkü, susabilirdik. Hayır, sandığın gibi değil aslında, hala hafızamda durur yaşanan her an güzelliğiyle. Hala hatırlarım çayı kaç şekerle içtiğini, bana sarıldığında kalbinin nasıl attığını mesela... Dünya seninle bana daha iyi davranabilseydi eğer o zaman inanırdım belki de mucizelerin varlığına. Birlikte tatlı yerdik mesela, biraz güler biraz içerdik, belki sonbahar yağmurlarında miskince tüm gün uyurduk, belki yazın güneşlenirdik... Ne biliyim işte yapardık bir şeyler. Özledim işte çocuk...Bu hayata sizi mutlu etmek için gelmiş gibi davranan birisini bulduğunuzda eğer ki yanında da huzurluysanız geri kalan her şeyi boş verin gitsin; çünkü bu aslında mutluluğun tanımı demektir. Daha çok gülümseyin, susun, birbirinizi sevin, dokunun ve huzuru bulduğunuzda kaybetmeyin... Ben yaptım, köpek gibi pişmanım.
Bazıları bir prens bulup masala dahil olmak ister, bazıları kendi masalını kendi yazar...
29 Haziran 2013 Cumartesi
16 Nisan 2013 Salı
Kendimi konuşurken değil de yazarken daha iyi ifade ettiğimi düşünürüm hep, hatta erkek arkadaşımla kavga ederken o konuşur konuşur ben birkaç cümle söyler (eğer çok kızgın değilsem) sonra oturur yazar da yazardım o da okurdu, böyle anlaşırdık eski zamanlarda. Ama bazen tek bir cümle bile yazamayacağım şeyler çıkıyor karşıma mesela bir ses, bir kitap, bir güzel gibi... Şimdi aşık olduğum ses için de aynı şey geçerli. Her yeni şarkısında daha da aşık olduğum adam... Cem Adrian...
14 Nisan 2013 Pazar
Bazı aşklar var insanın içine işleyen, benim hayatımda da fazlasıyla yer bulan. Sizi bu dünyada iyi insanların da olduğuna inandıranlardır aslında onlar. Kaybetmeyi gösterir, bir yandansa kıymet bilmek denen şeyi gözünüze sokar aslında. Hep kaybedilince mi anlaşılır değeri sorusuna çok da güzel bir cevaptır onlar.
Bahar geldi Ankara'ya şu günlerde. Peki ya ben ? Her sene baharı heyecanla karşılarken bu sene sanki biraz kurumuş yaprak gibiyim hala rüzgarlarla savrulan. Bahar henüz bana ulaşmadı. Belki bir gün ulaşır, belki bir gün ulaşmaktan da vazgeçer, tam bilemediğim konulardan birisi bu da. Bazı baharlar aşık olurum, bazı baharlar aşık olmasam da gülümsemek için sebepler bulurum. Şimdi bu mevsimin ne getireceğini bekliyorum biraz korkuyla biraz umutsuzlukla.
İnsanlar elindeki aşka sahip çıksın isterim her zaman, iki kişinin kimyasının uymasının epeyce zor olduğunu bildiğimden. Biraz sıkıca sarılmak gerekir; ama unutulmaması gereken nokta ayrı ayrı da mutlu olunabileceğidir, rica ederim tüm çiftlerden yapışık ikiz hayatı sürmeye başlamayın aşkla birlikte. Biraz rahat olmakta fayda vardır, tabi bunu da gevşeklikle karıştırmamak gerekir zira o da çok kötü sonuçlar verebiliyor.
Nasıl da güzel yazarım böyle onu yapmayın, bunu yapmayın diye, hatta yetmez kişilerin yüzüne de derim fikrim sorulduğunda sen niye böyle yaptın, o niye böyle davrandı ki gibisinden. Gel gör ki benim hayatım, ilişkim hepsinden beter durumda aslında... Söküğünü dikemeyen terzi gibiyim fazlaca.
Bu yazıya başladım; çünkü insanlara mutluysanız(dikkat! mutluysanız diyorum) elinizdekinin kıymetini bilin dedirtecek bir aşkı anımsadım bu akşamüstü. O güzel film beni kendime getirir her izlediğimde ve ara ara izlenmesi gereken filmler listeme alırım(böyle bir listem yok aslında). Buyrun o post-it iyiki düşmüş diyorum şuan...
Etiketler:
aşk,
bahar,
halilsezai,
incirreceli,
incirreçeli,
melikeguner,
melikegüner
1 Nisan 2013 Pazartesi
1 Nisan gibi güzel günler var bu hayatta insana aşkın varlığını hatırlatan... Garip bir giriş oldu galiba. En iyisi hikayeyi başa sarmak. Nisan 1937 yılında Yılmaz Güney denen adam gelmiş bu dünyaya hani gerçek adı Yılmaz Pütün olan. Kaç kadın girmiş o kaçak o sürgün hayatına, kaç aşk, kaç acı ? Bir neslin çok iyi bildiği bir neslinse hiç bilmediği bir adam o. Sultan denilen Türkan Şoray bile arkasından ''Bütün artistler bana hayrandı, ben ise Yılmaz Güney'e... Gözlerine bakamazdım, aşık olacağımdan korkardım.'' demişken adamın çekiciliğini tartışmak çok da gerekli değil bana kalırsa. Ama en ilgi çekici olan yanı Nebahat Çehre'yle olan aşkları benim için... Birçok şey söylenmiş onların hakkında okuyoruz şimdilerde. O hep güzel olan kadın ve diğeri herkesin hayranlıkla baktığı adam... Çerçeve ne kadar da kusursuz gözüküyor dışardan bakıldığında. Gerçekten öyle miydi, bunu bilemiyoruz. Çok tutkulu ve şiddetli bir aşkmış onlarınki. Kolay mı Nebahat Çehre onca şeye rağmen kolay kolay vazgeçememiş sevdiği adamdan. Film sahnesinde kafasındaki bardağa gerçek kurşunla nişan almasından tutun da ayrılmalarına sebep olan Yılmaz Nebahat'i arabayla ezdi iddiasına kadar. Tabiki bu kadarla kalan bir aşk olmadığı Yılmaz Güney'in yazdığı mektuplarda gözüküyor açıkça. Gerçekten aşıkmış kadınına; ama biraz sıkıntılı biraz hastalıklıymış sanki. Oğlunun annesi Fatoş Güney her ne kadar hiç kıskanç değildi, asla bana el kaldırmadı gibi cümleler kullansa da mektupları tersini gösteriyor. Bir hayranı fotoğraf çektirirken Nebahat Çehre'nin omzuna elini koyduğunu bile hafızasına kazımış adam. Belki de sadece tek bir kadınaydı bu tavırları, bilemeyeceğim hiçbir zaman. Gerçekten adamsa, severse tabiki omzuna konan o elden bile rahatsız olur mantığında olan düşünceleri pek kafama oturtamasam da hiç sevmemiş, manyağın biriymiş, öyle sevgi mi olur da diyemiyorum...
Galiba benim sorunum da bu. Bir sevginin nereye kadar sevgi, nereye kadar hastalıklı bir duyguya dönüştüğünü anlayamıyorum. Anlayamıyorum ki bugün bu haldeyim... Bundan tam 3 sene önce gene 1 Nisandı. ''Ve Tanrı bugün kulağıma fısıldadı: Elindekine sahip çık, yıllardır aradığını buldun artık ve bundan sonra herkes biraz eksik gelecek; çünkü kimse bu kadar sevmeyecek, kimse böyle bakmayacak. Her günün biraz daha hayranlıkla geçecek bu aşk karşısında; çünkü onun gülüşü cennetin provası gibi...'' diye not düşmüştüm bir kenara... Aradan çok zaman, çok anı geçti. Yılmaz Güney gibi beni arabayla ezmedi ya da kafamdaki bardağa nişan almadı. Ama ben kendi hayatımda da göremedim aşkla manyaklığın arasındaki çizgiyi. Bazen dışarıdan bakmaya çalışsanız da başaramazsınız, tam da o işte sorunun kaynağı. Başkalarına baktığında onlarda kendini görürsün ama gene istediğini görürsün...
Yazının sonunu getiremeyeceğim çok açık, zira kendimde o gücü henüz bulamadım. Kafam karmaşık fazlasıyla, ne zaman işler basitleşsin desem daha da karmaşıklaşmasının bir açıklaması var mı acaba onu da pek bilemiyorum şu saatte, pek de düşünmüyorum zaten...
Belki aşkla manyaklığın arasındaki çizgi bir gün daha belirginleşir de benim gibi insanlarda huzura erer...
Galiba benim sorunum da bu. Bir sevginin nereye kadar sevgi, nereye kadar hastalıklı bir duyguya dönüştüğünü anlayamıyorum. Anlayamıyorum ki bugün bu haldeyim... Bundan tam 3 sene önce gene 1 Nisandı. ''Ve Tanrı bugün kulağıma fısıldadı: Elindekine sahip çık, yıllardır aradığını buldun artık ve bundan sonra herkes biraz eksik gelecek; çünkü kimse bu kadar sevmeyecek, kimse böyle bakmayacak. Her günün biraz daha hayranlıkla geçecek bu aşk karşısında; çünkü onun gülüşü cennetin provası gibi...'' diye not düşmüştüm bir kenara... Aradan çok zaman, çok anı geçti. Yılmaz Güney gibi beni arabayla ezmedi ya da kafamdaki bardağa nişan almadı. Ama ben kendi hayatımda da göremedim aşkla manyaklığın arasındaki çizgiyi. Bazen dışarıdan bakmaya çalışsanız da başaramazsınız, tam da o işte sorunun kaynağı. Başkalarına baktığında onlarda kendini görürsün ama gene istediğini görürsün...
Yazının sonunu getiremeyeceğim çok açık, zira kendimde o gücü henüz bulamadım. Kafam karmaşık fazlasıyla, ne zaman işler basitleşsin desem daha da karmaşıklaşmasının bir açıklaması var mı acaba onu da pek bilemiyorum şu saatte, pek de düşünmüyorum zaten...
Belki aşkla manyaklığın arasındaki çizgi bir gün daha belirginleşir de benim gibi insanlarda huzura erer...
25 Mart 2013 Pazartesi
Sanki içim ölmüş gibi hissediyorum, nefes alan bir hayaletmişim... Bazen canınızı çok yakan insanlar oluyor, mesela sizi en çok tanıyan arkadaşınız gibi. Bir gün suratınıza bakıp ''sen aşık olmayacaksın bundan sonra'' diyor. Bunca zaman sizin ''lan acaba hep böyle mi kalacağım'' diye fısıldadığınız korkunuzu çaatt diye söylüyor işte.
Eğer böyle arkadaşlarınız varsa şanslısınız, bakmayın yazının ilk kısmının bu kadar karamsar olduğuna. Böyle arkadaşlar iyiki varlar; çünkü bazen kişi gerçeği bilmek ister. Ben gerçeği duydum, kabullenmem biraz zaman alsa da onu da yaptım. Bazen sadece kabullenirsiniz, yapabileceğiniz başka bir şey olmadığı için. Çünkü kokusu burnundaysa hiç unutamazsın, çünkü birisi ne zaman sigara içse kokudan nefret edersin ama o anları hatırlarsın. Çaresi yok bir kez aşık olduysan özlemden ölsen de kapatamazsın yaranı. Bazı yaralar sadece kabuk tutar ama hiç iyileşmez...
Kısacası aşkından ölürsün ama insanlar bilmez...
21 Mart 2013 Perşembe
16 Mart 2013 Cumartesi
Mini minnacık bir kadındı dev gibi bir adam sevdi
Edith Piaf gibi kadınlar var bu dünyadan geçmiş olan. Size Fransızcayı sevdirecek kadar güzel şarkılar söyleyen, sonsuz acı çeken, büyük aşk yaşayan... Ömrünün son röportajında bile bir kadına verebileceği öğüt "sevin" olabilir mi bir kadının? Olabilir. O küçük kadın bunu yapmış bir zamanlar. Minik serçe ya da kaldırım serçesi... Hayatını onaylamamak, yargılamak, aşkı için ahlaksızlıkla suçlamak tabiki mümkün ama bana kalırsa Nazım Hikmet'in "O mavi gözlü bir devdi, mini minnacık bir kadın sevdi" dizesinin tam tersiydi hayatı. O minicik bir kadındı, dev gibi bir adamı sevdi. Büyük aşkı Marcel Cerdan orta sıklet dünya boks şampiyonuydu. Onun ölümünden sonra ağrı kesicilere bağımlı olacak kadar aşıktı. Yaptığı en güzel şey şarkı söylemek ve Marceli sevmekti. Bir gün Marcel aşık olduğu kadına giderken uçağın düşmesiyle öldü. Edith Piaf önce saçlarını kesti ve bir daha uzatmadı sonraysa "Hymne a l'amour"u yazdı. Onu anlatan en güzel şey ise kendisi tarafından kaleme alınan "Hayatım" adlı kitabın arka kapağındaki "istediğim şey, bu günah çıkartmam okunduğunda tıpkı Maria Mandelena'ya söylendiğin gibi onun günahlarının çoğu affedildi çünkü o çok sevdi diye söylenmesidir." cümlesidir. İyiki bu dünyadan geçti...
10 Mart 2013 Pazar
''Seni sevmeye başladığımı fark ediyorum.'' dedim ve ekledim ''bizden söz edebilir miyiz, ne dersin?'' ''Ne yalan söyleyeyim'' diye söze başladı. Daha ne yalan söyleyeceğini bilmeyen birini sevemeyeceğimi anladım. Beni yalanlar avutur çünkü. Hep öyle oldu.
Yukarıdaki bölüm Mehmet Ali Anafarta'ya ait olan Acı Çeken Bütün Kızlara Aşığım kitabının arka kısmından. Konu şu ki kadınları kendi cinsinden daha iyi tanıyan bir arkadaşım var. Bir gün bana ''Niye bu kadar çabuk kanıyorsunuz erkeklerin söylediğine?'' diye sordu. Mevzu derindi, o da her erkek gibi kadınların çabuk kandığını düşünüyordu belliki. ''Kadınlar aslında kendilerine yalan söylendiğinin farkındadır, biz kanmıyoruz, sadece kanmak istiyoruz .'' dedim. Şaşırdı, bu cevabı beklemiyordu anlaşılan. ''İnsan yalan olduğunu bildiği bir şeye nasıl inanır ki?'' dedi. Biz yalana değil de onun doğru olma ihtimaline inanıyoruz dediğimde biraz daha oturdu kafasında bazı şeyler. Aslında hepimiz sadece inanmak istiyoruz, bu kadın için ne kadar geçerliyse erkek için de o kadar geçerli. İşin karmaşıklaştığı nokta şu ki bazen o kadar umutsuzdur ki insan yalan olduğunu bildiğine bile inanır. Sanar ki gücü yeter bir ömür yalana inanmaya. E insanız en nihayetinde bir yerden sonra inanamamaya başlıyoruz, yetmiyor gücümüz, sevgimiz. sonrasını herkes bilir gelsin kavgalar gelsin kıyametler. Diyeceğim şudur ki konu her ne olursa olsun gücünüzün yetmeyeceği işe kalkışmayın, sonu hep hüsran olur...
8 Mart 2013 Cuma
Altın parıltısı
Zamanından önce girdi her yaşına. Herkesten çok o büyümek isterdi. Elleriyle büyüttü kendini ya da başkasının elleriyle büyüdü. Büyürken çok kirlendi, kirletti. Kanla, öfkeyle, Kavgayla, kirle, suçla büyüdü. Onun yaşamının her anı tehlike kokardı ve yanındakilere de bulaştırırdı. Kimleri yuttu o girdap, kimleri yedi, yok etti de durmadı. Çok kan aktı hayatta, çok kayıplar verildi. O insanların mezarları bile olmadı, olanların da gideni yoktu ya neyse. Öldüklerinde unutuldu çoğu, muhabbetlerde adı geçti onların kimi zamanlarda; ama herkes kendine göre anlattı. Bu hayattan sıyrılmak, bıraktığı tüm izleri yok saymak çok da mümkün değildi, bunu hep biliyordum. Aşık olduğumda da bildim. Korkmadım mı? Hayır, korktum; o sonsuz siyahlıkta kaybolmaktan, üzerimin çamurla kaplanmasından. Ama o gülümsediğinde altın parıltıları saçardı ve ben bundan mahrum kalmak istemedim. Ömür boyu üzerime çamur bulanacağını düşünsemde o parıltılardan uzaklaşamazdım. İnsan sevdiğinde mantığını gerçekten de rafa kaldırıyormuş. Herkes kaçmam gerektiğini söyledi, Bana tehlikeden bahsettiler sanki hiç bilmiyormuşum gibi, en çok kaç dediler, uzak dur diye devam ettiler. Onun kayatını bitmeyen, koyu karanlıklara benzettileri, zarar verir, canını yakar dediler. Tüm bunlar aklımda saniyelik zamanlarda bile yer bulmadı; çünkü iyi tannırdım. Damarına basılmadıkça kimseye zarar vermeyeceği beyaz kağıt kadar netti. O keskin yaşardı, ölecekse ölür, öldürecekse öldürürdü. Hiç korkmadım onunlayken, kendi pahasına beni koruyacağını bilirdim. Evet, tehlikeliydi; ama o bunu hiç gizlememişti ve ben de olduğu gibi kabul ettim. Değiştiremezdim; çünkü bu haline aşık olmuştum. Ne kadar çamura bulanacak olsam da o parıltılardan saklanamayacağımı fark ettim. Ehh en nihayetinde ben de bir kadındım, severdim parıltıyı...
Aşktın sen
Her gece yattığımda büyülü düşler benim yanımda oluyor sen gittiğinden beri. Tek başıma uyurken bazı gecelerde zorlanıyorum; ama gözümü kapadığım an yanımda olduğunu düşünüyorum. Gene o muhteşem gülümsemenle yanımdasın, içimi huzur kaplıyor. Sanki ruhum ışıkla yıkanmış kadar rahat. Yanında bulduğum huzuru kaybetmeye niyetim yok. Artık benimsin ve ben de senin. Gözümü her kapadığımda o bakışlarını görüyorum, bu beni güçlü kılıyor. Senin iki halini de bilirim ben, ortalığı toza dumana katacak deli hallerini çoğunlukla. Öfkelendiğinde zinciri kırıp başına gelenle mücadele edersin. Yeri gelir ortalığı yakar yıkarsın. Peki ya diğer halin? Masum ve sakin bakışların, gülümsemene yansıyan aşkın... Dokunmaya kıyamaz hallerin... Bunların hepsini gördüm, eğer ki görmesem inanmazdım. O aşık, o sakin hallerindi beni şaşırtarak büyüleyen. Uyurken öyle zararsız öyle kirlenmemiştin ki... Sen iki uçsun sevgilim, ateş ve buz gibi hep kendine uzak kalacak olan. Benim gördüğüm seni görebilsen inan ki sen de benim kadar etkilenirsin. Öyle masumdun ki uyurken, dokunmaya kıyamadım yüzüne, uyanırsın diye korkumdan öpmedim seni. Öyle büyüleyiciydi ki gülümsemen beni esir alırken ortalığı aydınlığa boğuyordu. Gece gözümü açıp seni gördüğümde büyülenmek yetmedi bana tutsak da oldum korkarken; ya başkasına da öyle bakarsan diyerek. Bir süre sabit bunu düşündüm, sonra fark ettim ki imkansızdı sevgilim. Kimseye öyle bakamazdın.
2 Mart 2013 Cumartesi
Sen kendi hikayeni yazmazsan kim yazar ki? Hani hep derler ya aslanlar kendi hikayelerini yazmadıkça avcıların hikayelerini dinlemek zorundayız diye işte onun gibi bir şey bu da. Sonra bir an dedim ki kendime başla yazmaya daha ne duruyorsun, ne bekliyorsun... Sen anlat kendini, sen anlat o'nu, hayatını, geçmişini...
Üstün başın nasıl da kirlenmişti bu hayatta, nasıl da kötülüğe bulanmıştın, kimin, kimlerin kanıydı ellerindeki? Sen de bilmiyordun aslında düşündüğünde bu soruların cevabını. Bense şunu hiç unutmadım yüreğin hep aynı temizlikte kalmıştı senin. Sevdiğine sarılıp uyuduğunda dünyanın en temiziydin, en huzurlusu. Nasıl parıldardı yüzün aşkına baktığın gecelerde hiç bilmesen de. Ben gördüm onu, senin aşkını. O geceyi hatırlar mısın bilemem. Hani beşinci kattaki evinin camına oturmuştun. Yüzün o'na bakıyordu, tam karşında duruyordu hayatının aşkı. Elinde sigaran vardı, saat gece yarısını geçeli çok olmuştu. Ona baktığında gene yüzün aydınlanmıştı geçmişin sende bıraktığı tüm izlere rağmen. ''Beni tut, yoksa düşerim.'' demiştin. O korkmuştu biraz senin bu çılgınlığından, indirmeye çalışmıştı, inadın galip geldiğinde tuttu seni düşmeni engelleyebilecekmiş gibi. O an kızın gözünün önünden geçenler seninle birlikte o camdan düştüğüydü. İki aşığın sır dolu ölümü, İntihar mı Kaza mı başlıklarıyla canlandı haberler bir an gözünün önünde. Sense hiç umursamamıştın onun gözlerindeki korkuyu. ''İşte böyle teslimim sana, ister tut beni ister it'' demiştin. Korkusu yerini yavaş yavaş garip bir duyguya bırakmıştı sevgiyle karışık bir bilinmezlikti. Ne garip adamdın, sevgini bile böyle tehlikeli şeylerle gösterirdin kıza.
Şimdi o gecenin üzerinden kaç mevsim geçti bilinmez. Sen neredesin, o kız nerede kim bilir. Hayat sizi ayırmış, savurmuştu son gördüğümde hiç birleştirmeden. Ne garip ben hepsini görmüştüm o anların. Hepsini kazımıştım hafızamda. Sevmiştin onu aslında, bunu iyi biliyorum. O mu? O da sevmişti çokça seni. Bir daha hiç geçmişine dönmedin, elini yüzünü kire pasa bulaştırmadın ama sevmedin de işte...
Üstün başın nasıl da kirlenmişti bu hayatta, nasıl da kötülüğe bulanmıştın, kimin, kimlerin kanıydı ellerindeki? Sen de bilmiyordun aslında düşündüğünde bu soruların cevabını. Bense şunu hiç unutmadım yüreğin hep aynı temizlikte kalmıştı senin. Sevdiğine sarılıp uyuduğunda dünyanın en temiziydin, en huzurlusu. Nasıl parıldardı yüzün aşkına baktığın gecelerde hiç bilmesen de. Ben gördüm onu, senin aşkını. O geceyi hatırlar mısın bilemem. Hani beşinci kattaki evinin camına oturmuştun. Yüzün o'na bakıyordu, tam karşında duruyordu hayatının aşkı. Elinde sigaran vardı, saat gece yarısını geçeli çok olmuştu. Ona baktığında gene yüzün aydınlanmıştı geçmişin sende bıraktığı tüm izlere rağmen. ''Beni tut, yoksa düşerim.'' demiştin. O korkmuştu biraz senin bu çılgınlığından, indirmeye çalışmıştı, inadın galip geldiğinde tuttu seni düşmeni engelleyebilecekmiş gibi. O an kızın gözünün önünden geçenler seninle birlikte o camdan düştüğüydü. İki aşığın sır dolu ölümü, İntihar mı Kaza mı başlıklarıyla canlandı haberler bir an gözünün önünde. Sense hiç umursamamıştın onun gözlerindeki korkuyu. ''İşte böyle teslimim sana, ister tut beni ister it'' demiştin. Korkusu yerini yavaş yavaş garip bir duyguya bırakmıştı sevgiyle karışık bir bilinmezlikti. Ne garip adamdın, sevgini bile böyle tehlikeli şeylerle gösterirdin kıza.
Şimdi o gecenin üzerinden kaç mevsim geçti bilinmez. Sen neredesin, o kız nerede kim bilir. Hayat sizi ayırmış, savurmuştu son gördüğümde hiç birleştirmeden. Ne garip ben hepsini görmüştüm o anların. Hepsini kazımıştım hafızamda. Sevmiştin onu aslında, bunu iyi biliyorum. O mu? O da sevmişti çokça seni. Bir daha hiç geçmişine dönmedin, elini yüzünü kire pasa bulaştırmadın ama sevmedin de işte...
Sen hep böyle kal
Sen hep böyle kalsan keşke çocuk... Biraz hırçın, biraz hayatın kirlettiği ama hep masum, hep iyi yürek, çokça sevgi dolu...
Saklanır mısın hep?
Küçük bir kutuya saklanmışsın, kendini korur gibisin; ama gereksiz. Sen tanıdığım en güçlü insansın. Beni tanırsın, bilirsin diyorsun. Evet, tanıyıp bildiğim halin bu; ama ben kısa sürede diğer haline alışmıştım, hayal kırıklığına uğradım. Kendimi teslim etmek isterken hatırladım duvarlar örmem gerektiğini... Sanki bir balık yedim de kılçığı kalbimde kalmış gibi. Nefes aldıkça batıyor bana, kalbim her attığında o kılçık canımı yakıyor. Tüm bunlar geçici, biliyorum. Yüzümü çevirdiğim yerde sonsuz bir masal var sahip olduğum. Seninle birlikte baktığım bir kapı... Beni o kapıdan içeri sokup kendini dışarıda bırakmak ister gibisin. Buna izin vermeyeceğimi de adından iyi bilirsin. Belki taban tabana zıtız; ama ayrı olsak ne değişir ki? Sonumu hazırlayacak gibisin, bil ki bu da kabulümdür. Çok normal olmadığını herkesten iyi ben bilirim, yaşadıklarını ve yaşayacaklarını... Yani tüm bunların farkındayım ve kabulümdür. Zor olacak; ama bu umurumda değil...
23 Mart 2010
Yazmalısın Her Daim
Kalbime saplanan paslı bir makas bu. Çıkarttığımda kanamaya devam edecek; ama çıkartmadığım sürece de acıtmaya... Böyle ne kadar devam edebileceğimi bilmiyorum. İki durumda kötü; ama birisini seçmek zorundayım. İşin garip yanıysa o makasın varlığına alışmışım bunca zamanda. Onsuz nasıl devam ederim bilmiyorum, aslında devam edebilir miyim onu da bilmiyorum. İnandıklarımla yaşadıklarım çatışma halinde artık. Hangisini seçmeliyim? İnandığım değerlerin hayata geçmesinin imkanı yok bu düzende; fakat ben de onların kurduğu düzende huzursuzum. Yavaş yavaş o pas kanıma karıştı, zehirleniyorum artık ve hala vazgeçemiyorum. Belki de ölmek üzereyim. Canımın yanmasından geçtim zaten, kötü olan insanları inandıramamak. Hala yaşayacaklarını öğrendikleri masallar gibi sanıyorlar. Bir kez için girdiklerinde söylediklerimin doğru olduğunu anlayacaklar, geç de olsa. Oysa ki ben isterdim, onlar zorlanmasın. Bu aşk denen olayın ağına düşmesinler. Oraya girdikten sonra çıkamayacaklarını bilmiyorlar. Tüm enerjilerini harcayacaklar; ama nafile bir çaba bu. Dirensen de nafile... Kurtulamazsın, bir kez düştün o ağa. Aşk damarlarında pas olarak mevcut artık. Hem canını yakıyor hem de yaşamanı sağlıyor. Söküp atamıyorsun. Ona mecbursun. Ağına düştün, seni öldüreceği anı bekleyeceksin. Yakıp kavursun, tozu dumana katsın, yeri göğü kasıp kavursun... Neye yarar? O makas seni mezarına çiçek bırakılan bir ölüye çeviriyor artık, sahi ölülere neden çiçek bırakılır ki. Bir kavgada saplandı yüreğine, pas vücuduna yayılıyor, elin mahkum öleceksin... O aşk senin sonun olacak...
9 Mart 2010
Kaydol:
Yorumlar (Atom)




